24 Aralık 2009 Perşembe

Yok

Değerini nasıl anlamıyorlar, nasıl da küçümsüyorlar onu. Aklım almıyor bu şaklabanların yaptığını. Onu taşlıyorlar, onu dışlıyorlar ve en sonunda herkesin ortasında onu asıp görmezden geliyorlar. Asıldığı yerde, ayaklarının dibindeyim. Diğer herkes ise işinde, gücünde. Ben ve o ağır çekim halindeyiz, gerisi hayatın içinde. Ona bakıyorum saatlerce, o ise göğe. Neden terk edildiğini soruyor biliyorum. Beni göremeyecek kadar yalnız artık o. Bense onu görebildiğim yerdeyim. Ayaklarının dibinde... “Korku?” diyor en sonunda. “Gitti.” diyebiliyorum. “Diğerleriyle beraber çoktan uzaklaştı ve güne karıştı o da.” “Yani gerçekten yalnızım bu sefer” diyor. Bozuluyorum çünkü ayaklarının dibinde duruyorum. “Telaş yok mu?” diye soruyor. “Hayır, artık yok” diyebiliyorum. İçini çekip göğe bakıyor. Ayakta durmaktan yorulan ben kendimi yere bırakıyorum. Onunla beraber göğe bakıyorum. Yıldızları saymaya başladığımda tekrar sesini duyuyorum. “Su?” diyor. “Çok uzaklaşmış olamaz, ama hayır, buralarda göremiyorum” diyorum. Ağlamaya başlıyor. “Ah!” diyorum “al bak, tam yanımızdaymış aslında.” Ama onun avunmasına yardım etmiyor sözlerim. Görmüyor akan suyu. Farkında değil ağladığının.
Yıldızlar geri sayım hızımla eş olarak kaybolup gitmeye başlıyor. Sanıyorum artık o da uyuyor. Bense sadece midemdeki taşla bir ona bir yok olan yıldızlara bakıyorum.
“Sebep verdiler mi hiç?” diye soruyor. Demek ki asıl ben uyuyorum. “Sensiz daha kolay olacağını düşünüyorlarmış” diyorum. Ve ekliyorum; “Yanılıyorlar ama. Sen olmadan geri kalan da olmayacak.”
“Keşke bunu biri görebilseydi” diyor. Ses etmiyorum ama “Ya ben, ben görüyorum ya!” demek istiyorum.
Göğe bakıyoruz bir süre daha. Gün başlıyor yine. Eksiksiz bir tam döngü. Geç kaldığı görülmemiş. Sıkıcı ve eksik bir gün ama dediğim gibi kimse bunu seslendirmeyecek çünkü yok saymak bunu gerektirir. Ve bu yöntemi kimse benim kadar iyi bilemez. Yıllardır bilirim nasıl bir yol izlendiğini. Yine de her seferinde şaşırtmaya devam eder beni.
Mavi, mor, gri, sarı, turuncu... Zaman farkında değil üzerinden geçtiklerinin. Bunu da biliyorum. Zaman olmanın nasıl bir his olduğunu da. Ama kimse benim ne bildiğimi bilmiyor, kimse merak etmiyor.
Sıkılıyorum sessizlikte. “Korkuyor musun?” diye bu sefer ben bir soru yöneltiyorum. “O burada mı?” diye cevap veriyor. Etrafa bakınıyorum. “Sıkıntı gelip geçti biraz önce,” diyorum “belki birazdan onu da görürüz çevrede...” “Ah keşke konuşabileceğim biri olsa...” diyor inleyerek. “Kendimi paylaşamadıktan sonra ne anlamı var burada olmanın?”
Sinirlenmeye başlıyorum, “Gelenler var sayemde, ama hoşuna gideceğini sanmıyorum.” diye çatlak bir sesle tersliyorum onu. “Kim gidiyor?” diyor. Artık cevap verme gereği bile duymuyorum.
Bizim etrafımızda varlığı hissedilen tek şey zaman olana kadar susup onunla beraber göğe bakıyorum. Aklımda sürekli Golgota’da yankılanan o cümle... “Eloi, eloi, lama sabachthani?” sahne benzer ama kişiler çok daha sade. Özellikle ben. Toprakla bir gibiyim yattığım bu yerde. Ona bakıyorum, giderek silikleştiğini fark ediyorum. “Gidiyor musun?” diyorum. “Geri geleceğimi herkes biliyor” diye cevap veriyor. “Ben bekleyeceğim seni” diyorum. İlk kez kafasını döndürüp bana bakıyor ve “Sen de kimsin?” diye soruyor. “Ben Önemsiz’im” diyorum. Bana bakmaya devam ediyor ve tekrarlıyor: “Sen de kimsin?” “Önemsizim ben, Bay Acı, hatırlamıyor musunuz beni? Sizinle beraber buradayım her şeyin başından beri." Gözlerini benden kaçırıp bıkkın bir ifadeyle konuşuyor. “Sen de kimsin?” İşte o an anlıyorum ki Acı da diğerleri gibi Vurdumduymaz’ın sevgilisi ve en az diğerleri kadar hak ediyor burada yalnız ölmeyi.


Moya

0 yorum:

Yorum Gönder